"Demokrasi, iklim kriziyle mücadelede hem bir fırsat, hem de bir sınav"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, milyar dolarlık iklim felaketlerinin kaydını tutan dünyanın en kapsamlı veri tabanı Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi NOAA'nın ABD'de ikinci kez başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump'ın aldığı kararla artık güncellenmeyeceğini duyurmasını ve bununla beraber ileride yaşanacak sonuçları sorguluyor.

""
"Demokrasi, iklim kriziyle mücadelede hem bir fırsat, hem de bir sınav"
 

"Demokrasi, iklim kriziyle mücadelede hem bir fırsat, hem de bir sınav"

podcast servisi: iTunes / RSS

Sevgili Apaçık Radyo dinleyicileri, İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz. İklim krizinin giderek derinleştiği bir çağda, ABD hükümeti, milyar dolarlık felaketlerin kaydını tutan en kapsamlı veri tabanını kapatarak yalnızca bilim insanlarını değil, tüm toplumu karanlıkta bıraktı. Bu karar sadece iklim politikasına değil, demokrasinin işleyişine ve şeffaflık ilkesine de ağır bir darbe anlamına geliyor. 

İklim krizlerinin etkilerini yaşayan kuşağın temsilcisi olarak sizlere iklimle ilgili olayları ve haberleri vermeye çalıştığım bu programımda verinin gücünü, iklim krizinin ekonomik ve toplumsal etkilerini ve demokrasinin bu kriz karşısındaki rolünü sorguluyor olacağım. 

Bu programa konu olan haberim son zamanlarda yaşadığımız tüm krizleri görmezden gelen Donald Trump’ın bir kararı ile ilgili. ABD hükümetinin, milyar dolarlık hava ve iklim felaketlerinin izlendiği hayati bir veri tabanını ortadan kaldırması yalnızca bilim insanlarını değil, şehir planlamacılarından sigorta şirketlerine, sıradan yurttaşlara kadar herkesi belirsizlikle baş başa bıraktı. Peki şimdi ne olacak?

Geçtiğimiz yıl ABD’de neredeyse 30 milyar dolara mal olan fırtınalar meydana geldi. Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi NOAA’nın afet izleme veri tabanı sayesinde felaketlerin giderek daha pahalı hale geldiğini ve milyar doları aşan olayların sayısının arttığını biliyoruz ancak milyar dolarlık felaketler çağı sona erdi; çünkü Trump yönetimi geçen haftanın sonunda bu veri tabanının artık güncellenmeyeceğini duyurdu.

Yapı, sigorta ve gayrimenkul alanındaki uzmanlar ve bazı politikacılar bu hayati veri tabanının siyasi gerekçelerle kaldırıldığını düşünse de verinin ekonomik açıdan taşıdığı değer konusunda hemfikirler: Bu kaynak, şehirlerin ve şirketlerin iklim risklerini güvenilir, erişilebilir ve tarafsız bilgilerle değerlendirebilmesi için vazgeçilmezdi.

NOAA, 1980 yılında Milyar Dolarlık Hava ve İklim Felaketleri veri tabanını, bu düzeyde zarara yol açan fırtınaları, selleri ve diğer afetleri takip etmek amacıyla oluşturdu. Bu tür olaylar nadir olsa da, ülkenin hava ve iklimle ilgili zararlarının %80’inden fazlasını oluşturuyor. Veri tabanı, 45 yıl boyunca 403 kayıt topladı ve enflasyona göre ayarlanmış toplam zararın 3 trilyon doları aştığını ortaya koydu.

NOAA, bu verileri titizlikle kaydederek, felaketlerin maliyetindeki ve sıklığındaki yıllık ve on yıllık artışları gözlemleyebildi. Sigorta şirketleri, yerel ve eyalet yönetimleri, araştırmacılar ve halk bu bilgileri iklim riskini zaman içinde izlemek, geleceğe projekte etmek ve buna göre plan yapmak için kullandı.

Bu kayıtların büyük kısmı, Asheville, Kuzey Carolina’daki Ulusal Çevresel Bilgi Merkezlerinde tutuluyordu. Bu kent, geçtiğimiz Eylül ayında güneydoğuyu vuran ve 78,7 milyar dolarlık zarara yol açan ve 52 kişinin hayatına mal olan Helene Kasırgası'ndan etkilenen altı eyaletteki birçok şehirden sadece biriydi. Veri tabanına göre, Batı Kuzey Carolina, geçen yıl kişi başına düşen en yüksek afet maliyetlerinden birini yaşadı.

Yerel yönetimler, afet maliyetlerini takip etmek için danışmanlara ve mühendislere başvuruyor ancak Asheville yetkilileri, gelecekteki felaketlere karşı dayanıklılığı artırmaya yönelik önlemlerin büyük ölçüde federal projeksiyonlara bağlı olduğunu söylüyor. Örneğin, 2021 yılında şehir, Buncombe County’ninsu ihtiyacının %70’ini karşılayan North Fork Rezervuarındaki barajın yeniden inşası için NOAA verilerini kullanarak projeye destek sağlamıştı. Bu çalışma, Helene sonrası yaşanan sel felaketinde barajın yıkılmasını engelledi. Asheville şehir iletişim sorumlusu Jessica Hughes, “Bu ulusal ölçekteki referans noktasının kaybı, felaketlerin artan boyutunu ve böyle proaktif yatırımların önemini göstermek açısından işleri zorlaştıracak,” dedi.

Bu gelişme, bölgenin iklim riskine dair algısında da büyük bir değişime işaret ediyor. Birçok kişi, iklim krizine karşı büyük ölçüde bağışık olduklarına inanıyordu. Tüketici hakları örgütü Public Citizen’da sigorta politikası savunucusu olan Carly Fabian, “Bir zamanlar Kuzey Carolina’da dağlarda bir iklim sığınağı olarak görülen bölgede Helene Kasırgası yaşandıktan sonra artık biliyoruz ki iklim sığınakları diye bir şey yok,” dedi.

Asheville’de yaşayan emlakçı Hadley Cropp’a göre insanlar bölgeye taşınmadan önce kapsamlı araştırma yapıyor. Helene Kasırgası, “iklim sığınağı” fikrini sorgulanır hale getirdi; ev alıcıları artık yeni sorular sormaya ve ayrıntılı iklim verileri talep etmeye başladı. Sel alanları genişledi ve yeniden tanımlandı. Daha önce insanlar sadece açıkça sel riski taşıyan yerlerde bunu soruyordu.” diyerek durumun ne kadar hızlı değiştiğine dikkat çekti.

Sigorta şirketleri primleri belirlerken birçok farklı veri kaynağı kullanıyor olsa da, NOAA’nın verileri onlar için özellikle güvenilir. Çünkü bu veriler doğrudan devletten geliyor ve çıkar çatışması olan özel kaynakların etkisinden uzak. Kuzey Carolina Sigorta Departmanı sözcüsü Jason Tyson da bunu şöyle açıklıyor: “Bu veriler, herhangi bir tarafın çıkarına göre şekillenmemiştir.”

Sigorta sektörü için iklim değişikliği politik bir mesele değil; çünkü sonuçlarını doğrudan yaşıyorlar ve bu onlara büyük maliyetler getiriyor. Gelecekteki riskleri hesaplayabilmek için iklimi anlamak zorundalar.

NOAA’nın veri tabanı, bir felaketin iklim değişikliği yüzünden mi büyüdüğünü ya da şiddetlendiğini anlatmıyordu. Onun yerine, yaşanan felaketlerin ekonomik etkilerini sayılarla ortaya koyuyordu. Örneğin, 1980’lerde ABD’de yılda ortalama 3 milyar dolarlık afet yaşanırken, 2020–2024 arasında bu sayı yılda 23 milyar dolara çıktı. 

Evet, iklim değişikliği, felaketleri hem mağdurlar, hem hükümet hem de sigortacılar için daha pahalı hale getiriyor. Ama aynı zamanda insanlar, kasırgaların kara ile buluştuğu Körfez kıyılarına ve ormanlık alanlara yakın yerleşim yerlerine taşınıyor. Bu da daha fazla yapının risk altına girmesine neden oluyor. ABD aynı zamanda zenginleşti; evler büyüdü, içleri daha fazla eşyayla doldu.

Yine de araştırmacılar, milyar dolarlık felaketlerin nasıl daha yaygın hale geldiğini ve iklim değişikliğinin bu sürece nasıl katkı sunduğunu anlamak için bu veri tabanını kullanıyordu. Climate Central adlı araştırma ve iletişim kuruluşunun bilim başkan yardımcısı Kristina Dahl, “Bir olayla ilişkili ekonomik zararları ve sağlık etkilerini yüksek kaliteli ve güvenilir şekilde tahmin etmek şaşırtıcı derecede zor,” dedi. “Dolayısıyla bu veri tabanının, iklim değişikliğine bağlı zararları çözümlemek için kullanılmasının artık mümkün olmaması büyük bir kayıp.”

Veri tabanı olsun ya da olmasın, milyar dolarlık felaketler yaşanmaya devam edecek — ve gezegen ısındıkça muhtemelen daha sık olacaklar. Dahl konuyla ilgili açıklamasında,“Bu bilgileri artık raporlamıyor olmamız, felaketlerin durduğu ya da zararların sona erdiği anlamına gelmiyor, bu sadece ulus olarak daha fazla karanlıkta kalmamıza yol açıyor.” dedi.

NOAA’nın veri tabanı aslında biz iklimle ilgilenenler için de fikir aldığımız bir kaynak aslında. Bu habere baktığımda demokrasi ile iklim krizi arasındaki ilişkinin düşündüğümüzden çok daha karmaşık olduğunu görüyorum. Bir yandan demokrasiler, iklim eylemi için güçlü araçlar sunabilirken; diğer yandan yapısal zorluklar, bu potansiyelin önünü kesebiliyor. Temsili parlamentolar, sivil katılım, bağımsız medya gibi demokratik yapı taşları, iklim krizine karşı mücadelede şeffaflık ve hesap verebilirlik sağlayabilir. Ama aynı zamanda kısa vadeli karar alma baskısı, seçim döngülerinin getirdiği popülizm ve çıkar gruplarının etkisi, sürecin adaletten sapmasına da neden olabiliyor.



Donald Trump, gezegenin ısındığı gerçeğine sadece göz yummakla kalmıyor, aynı zamanda en büyük emisyona sahip olan ülkenin başkanı olarak küresel ısınmayı anlama ve sonuçlarına hazırlanma kapasitesini de zayıflatıyor. Yönetim, sadece daha fazla sera gazına izin vermekle kalmıyor; aynı zamanda, daha sıcak bir gezegene karşı anlayış geliştirme ve tepki verme yeteneğini de baltalıyor.

Yönetime geldiğinden bu yana, ülkenin önde gelen bazı bilim insanlarını görevden alarak iklim araştırmalarını ortadan kaldırdı ve atmosferde sera gazlarının ne hızla biriktiğini ve bunun ekonomi, istihdam, tarım, sağlık ve Amerikan toplumunun diğer yönleri üzerindeki etkilerini haritalama çabalarını sekteye uğrattı.

Oysa demokratik sistemlerin en büyük gücü, halkın iradesinin süreçlere doğrudan ya da dolaylı olarak yansıyabilmesi. Temsili parlamentolar, hükümetlerin iklim taahhütlerine sadık kalmasını sağlamak için bir denetim mekanizması sunuyor. 2023’te Climate Action Tracker tarafından yapılan analizde, demokratik ülkelerin, otoriter rejimlere kıyasla daha yüksek düzeyde şeffaflıkla iklim hedeflerini açıkladıkları ve çoğunlukla Paris Anlaşması hedefleriyle daha uyumlu politikalar izledikleri gösterilmişti. Bağımsız basın ve sivil toplum kuruluşları, kamuoyunun iklim politikaları hakkında bilinçlenmesini ve harekete geçmesini mümkün kılıyor. Freedom House’un verilerine göre basın özgürlüğü yüksek olan ülkelerde, çevre suçlarına karşı kamuoyu baskısı ve hesap verilebilirlik daha yüksek.

Üstelik demokrasiler, uzun vadeli ve küresel etkileri olan karmaşık krizlerde kurumsal öğrenme becerisine sahip yapılar. Bu sayede değişen koşullara adapte olup politikalarını güncelleyebiliyorlar. Örneğin, Avrupa Birliği’nin 2020’de başlattığı Avrupa Yeşil Mutabakatı; Green Deal, 27 üye ülkenin demokratik müzakere süreçleri ile şekillendirilmiş ve karbon nötr hedeflerine ulaşmayı amaçlayan bütüncül bir politika çerçevesidir. Mutabakat kapsamında sadece emisyon azaltımı değil, aynı zamanda sosyal adalet, enerji dönüşümü ve istihdam politikaları da gözetilmiştir.

Ama tüm bunlara rağmen, demokrasiler de iklim krizi karşısında birçok zorlukla yüzleşiyor. En belirgin sorunlardan biri kısa vadeli düşünme alışkanlığı. Seçimlerin dört-beş yılda bir yapılması, siyasetçileri uzun vadeli iklim çözümleri yerine, hemen sonuç getirecek, oya dönüşecek adımlar atmaya yönlendirebiliyor. Bu nedenle, seçim dönemlerinde çevre politikaları çoğu zaman geri planda kalıyor veya popülist söylemlere kurban ediliyor.

Para ve güç ilişkilerinin siyaseti etkilemesi, fosil yakıt lobilerinin politik kararları manipüle edebilmesi de demokrasilerde iklim eylemini yavaşlatan başka bir faktör. Örneğin, ABD’deki 2022 seçimleri öncesi sadece fosil yakıt lobilerinin kampanyalara yaptığı toplam bağış 75 milyon doları aştı. Bu tür bağışlar, politika üretim süreçlerinde çevre karşıtı lobilerin daha güçlü söz sahibi olmasına yol açabiliyor.

Ayrıca, değişen hükümetlerle birlikte politikaların süreklilik göstermemesi, istikrarsızlık yaratıyor ve bu da uzun soluklu iklim planlarının uygulanmasını zorlaştırıyor. Avustralya’da, 2010-2020 yılları arasında beş başbakan değişmiş ve ülkenin iklim politikaları sürekli yön değiştirmiştir. Bu durum, enerji yatırımlarında güvensizlik yaratmış ve karbon azaltımı konusundaki ilerlemeyi sekteye uğratmıştır.

İşte tam da bu noktada ekolojik demokrasinin önemi ortaya çıkıyor. Ekolojik demokrasi; tüm insanların çevreyle ilgili karar alma süreçlerine katılımını esas alır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı, ekolojik demokrasiyi, bilgiye erişim, karar alma süreçlerine katılım ve adalete erişim olmak üzere üç temel sütun üzerine inşa ediyor. Güçlü bir çevre hukuku ve sürdürülebilirlik ilkeleriyle desteklenmeyen bir demokrasi, iklim krizi karşısında eksik kalıyor..

Yurttaşların, medya mensuplarının, siyasetçilerin, bilimsel ve kanıta dayalı bilgilere erişimi sağlanmalı ve bu bilgi, politika oluşturma süreçlerine dahil edilmelidir. Latin Amerika’da 2018 yılında imzalanan Escazú Anlaşması, ekolojik bilgiye erişim ve çevre savunucularının korunması konusunda dünyadaki ilk bağlayıcı bölgesel anlaşmadır. Bu, ekolojik demokrasinin sadece ilkesel değil, hukuki bir gerçeklik haline de geldiğini gösteriyor.

Yeni nesil demokratik yaklaşımlardan biri olan "müzakereci demokrasi", örneğin yurttaş iklim meclisleri gibi modellerle, halkın doğrudan politika belirleme süreçlerine katılımını mümkün kılıyor. Fransa’daki 2019 Yurttaş İklim Konseyi, rastgele seçilen 150 yurttaşın önerileriyle karbon ayak izini azaltacak 149 öneri ortaya koymuştu ve bunların bazıları doğrudan yasalaştı bile. Bu, toplumsal dönüşüm için gerekli sosyal onayı da beraberinde getiriyor. Katılımcı demokrasi mekanizmaları, özellikle genç kuşaklar için iklim politikasına duyulan güveni artırıyor.

Özellikle çocuklar ve gençler arasında giderek artan iklim kaygısını fark etmek ve bu kaygıyla başa çıkmanın yollarını geliştirmek, birlikte harekete geçmenin önünü açmak için çok önemli. 2021’de TheLancet dergisinde yayımlanan küresel bir araştırmaya göre, gençlerin %59’u iklim krizi nedeniyle ciddi bir endişe yaşıyor ve %45’i bu kaygının günlük hayatlarını olumsuz etkilediğini söylüyor. Bu duyguyla baş edebilmek için gençlerin karar alma süreçlerine katılabileceği demokratik alanlar, aktif yurttaşlık fırsatları ve birlikte çözüm üretebilecekleri toplulukların desteklenmesi büyük önem taşıyor.

İklim eylemi ile demokrasinin birbirinden kopuk değil, iç içe geçmiş olduğunu anlamak zorundayız. Çünkü iklim krizi sadece çevresel bir tehdit değil; sosyal huzuru, siyasi istikrarı ve barışı tehdit eden varoluşsal bir krizdir. 2022 yılında IPCC tarafından yayımlanan rapor, iklim değişikliğinin; çatışma, göç, ekonomik eşitsizlik ve yönetim krizleri gibi birçok alanı etkileyerek demokratik sistemlerin kırılganlığını artırabileceğini açıkça ortaya koydu.

İklim krizinin derinleştirdiği eşitsizlikler ve yoksulluk, demokrasileri zayıflatabilir. Oxfam'ın 2023 raporuna göre, iklim krizinden en çok etkilenen %50’lik düşük gelirli nüfus, toplam karbon emisyonlarının yalnızca %7’sinden sorumluyken; en zengin %1’lik kesim, emisyonların %17’sinden fazlasını üretiyor. Bu adaletsizlik, sadece çevresel değil, demokratik bir krizdir aynı zamanda.

Bu nedenle, kuşaklar arası adaleti gözeten, sadece bugünü değil geleceği de hesaba katan politikalar geliştirmek şart. Hükümetlerin sadece mevcut seçmenlere değil, gelecekte oy kullanacak nesillere ve henüz doğmamış kuşaklara karşı da sorumluluğu vardır. Bu da “gelecek kuşaklar için demokrasi” anlayışını, iklim politikalarında temel bir ilke haline getiriyor.

İklim krizini ele almak için ekonomik büyüme odaklı yaklaşımların ötesine geçmek, toplumsal ilerlemeyi daha bütünsel şekilde tanımlamak gerekiyor. Bunu da ancak Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları gibi çerçevelerle mümkün kılabiliriz. Ekonomik büyümenin ötesinde, toplumsal refah, ekolojik denge, eşitlik ve insan hakları gibi ölçütlerin merkeze alınması, iklim adaletiyle birlikte demokratik meşruiyeti de güçlendirebilir.

Sonuç olarak, demokrasi iklim kriziyle mücadelede hem bir fırsat hem de bir sınavdır. Kurumları güçlendirilmiş, çevre hukukuyla desteklenmiş, halkı ve sivil toplumu yetkilendirilmiş bir demokrasi; sürdürülebilir, dayanıklı ve adil bir geleceğin kapılarını aralayabilir. Gerçek bir iklim eylemi, gerçek demokrasinin ta kendisidir.

İklim krizinin adaletsiz yükünü omuzlayan milyonlarca insan gibi, biz de Türkiye’de giderek artan sıcak hava dalgaları, kuraklık ve sellerle bu krizin tam ortasındayız. Artık sesimizi daha fazla duyurmak, daha yüksek sesle 'adalet' demek zorundayız. Bu haftaki programımı kapatırken sizin için iki şarkı seçtim. Çevreye duyarlı olan Gorillaz’dan, "On Melancholy Hill" ve "Feel Good Inc." şarkılarını dinleyeceğiz.

Haftaya Cuma 14:00’te buluşana dek kendinize, sevdiklerinize ve gezegenimize lütfen iyi bakın.